Elbette Türkiye dış ticaretinin yarısını AB ile yapan, teknoloji transferlerini AB'den alan, 500 milyon insanın yaşadığı devasa bir pazarın yanıbaşında olan bir ülke olsa da AB standartları konusunda geri oluşu ve AB üyesi olmadan mümkün olabileceği kadar entegre olmasını ilerletmek için (Gümrük Birliği sayesinde) belki de farklı bir yöntem denemek çözüm olabilir.
**
Genelde TL'nin Euro karşısında değer kaybetmesinin turizm gelirlerinde ve ihracat gelirlerinde patlama yapacağı; oluşacak bu kur farkının dünyadaki diğer ülkelerle olan rekabette şansımızı artıracağı (hatta bire bir yansıyacağı) düşünülsede gerçekte öyle olmuyor çünkü yabancılar da kur farkından oluşacak fırsatı kendileri çıkarına kullanmak istiyor. Potada eritiyorlar o rekabet şansını.
Örneğin, Türkiye'ye gelecek Avrupalı bir turistin seyahat maliyeti önceki yıl 450 TL (100 euro) iken bir senede euro/tl kuru 7.37 olduğunda 737 TL (100 euro) olmuyor; aksine 60-100 euro bandında fiyatlar değişiyor. Döviz kurunun enflasyona geçişkenliğinden ötürü reel getiri de enflasyonla eriyor.
Ya da...
Türkiye'den Avrupa'ya ihraç ettiğiniz mal bir önceki sene 450 TL (100 euro) ise yine yukarıdaki benzer örnekte olduğu gibi Avrupa'dan sizdeki malı ithal edecek müşteriniz kur farkını bire bir yansıtmanıza izin vermiyor. Yani 100 euro'nun altında bir ihracat getirisi yazıyorsunuz.
Dolayısıyla kademeli ve beklendiği kadar etkili olmayan ve Türkiye gibi ithal girdi ile üretim yapıyorsanız ticaret hacmini ithalat ağırlıklı büyüten bir kırılganlıkla artırıyorsunuz.
Euro'ya Geçiş
Euro'ya geçiş AB'ye üyelik konusunda ne kadar istekli olduğumuzu dünyaya göstermek adına güzel bir hamle olabilir. Ama AB'ye üye olmadan geçmemiz büyük bir hata olabilir.
Euro'ya girmiş olan ülkelere baktığımızda (Avusturya, Belçika, Güney Kıbrıs, Estonya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Malta, Hollanda, Portekiz, Slovakya, Slovenya, ve İspanya) bazı ülkelerin farklı nedenlerle geçirdikleri ekonomik krizlere rağmen çıkmak istemediklerini görüyoruz. Burada düşük enflasyon ve kredi faizinin cazibesinin başrolde olduğunu düşünüyorum. Ancak Polonya, İsveç, Danimarka, Birleşik Krallık, Bulgaristan, Çekya vb. ülkeler AB üyesi olsalar bile Euro'ya geçmemelerinin nedenlerini egemenlik haklarını korumak olarak konumladılar.
- İsveç'te Euro'ya geçme referandumu öncesi geçme yanlısı dışişleri bakanı Anna Lindh bir mağazada alışveriş yaparken bıçaklanarak öldürüldü (referandumda %56 hayır çıktı).
- Danimarka'da da halk nezdinde benzer şekilde popülaritesi bir türlü sağlanamadı. Bunda nüfusun yaşlı olmasının etkisinin büyük olduğu iddia ediliyor.
- Bulgaristan ise Yunanistan faciasından sonra Euro'ya geçmesi için önce ekonomik koşullarını iyileştirmesi talep edildiği için istediği halde geçemiyor.
- Polonya, EUR/PLN oynaklığının son derece düşük olmasından ötürü avantaj sağladığı için geçmemeyi tercih etti.
- Birleşik Krallık ise tahmin edersiniz ki "egemenlik" gerekçesini destekleyen zaten güçlü, geçerli ve güvenilir bir para birimine sahip olmasından ötürü.
Euro Bölgesi'nin Kuruluş Amacı Neydi?
Euro'nun kuruluş amacını Ege Cansen (2015) şöyle anlatıyor:
"İç ve dış ticaretin artması ile milletlerin zenginleşmesi arasında doğrusal ilişki vardır. Ülke içinde ticaret “tek para birimi” ile yapılıyor. Dış ticaret iki para birimi kullanmayı gerektiriyor. İki para dış ticaret hacminin genişlemesini engelliyor. Çünkü ülkeler arasında kur ve faiz farkı riskleri oluşuyor. Bölgesel para fikri de buradan çıktı. Nobel’li iktisatçı Mundell’in “Optimum Currency Area” dediği kavramın gelişmesi böyle oldu. Böylece bölgeye katılan ülkelerin arasındaki dış ticaret iç ticarete dönüştü. Ticari sözleşmelerde satış fiyatı ile maliyet ve finansman aynı parayla yapılırsa “kur riski” ve “faiz farkı” sıfır olur. Bu da üretimi, ticareti ve finansmanı “spekülatif kumar” olmaktan çıkarır. Girişimciler “esas faaliyet kârına” odaklanır, verimlilik artar."
- Fatih Özatay ise euroya geçişle ‘kur riskinin ortadan kalkacağı için euroya geçen ülkede faizlerin düşeceği’ gibi beklentilerin gerçekçi olmadığı görüşünde. Ona göre mutlaklık barındırmayan bir beklenti olduğu gibi aynı zamanda da ekonomik krizlerden çıkışın zorlaşması (Avrupa Merkez Bankası'na bağımlı olmak yüzünden) ve Yunanistan'ın yaşadıklarını hatırlamak adına önemli olabilir.
- Yakın zamanda vefat eden Güngör Uras da Euro'ya geçişin Türkiye ekonomisi için olumsuz olacağını bütçe açığını iç borç ile finanse etme ve parasının değerini düşürerek dış ticaretteki rekabet şansını artırma gücünü kaybetmenin olası sonuçlarını şöyle açıklıyor: "Bütçe açığı ve dış ticaret (döviz açığı) sorunları olduğu halde euro sistemine giren bir ülkenin tarım ve sanayi üretimini artırması, istihdam sorununu çözmesi, büyümesi imkânsızdır."
- Mahfi Eğilmez'in bu geçişe ışık tutacak "Euro Krizinin Nedeni" yazısından şu cümleleri okumakta fayda var: "Euro sistemine girmeden önce her ülke aşağı yukarı o tarihteki borç yüküyle orantılı bir faiz ödemek zorundaymış. Euro sistemine girdikten sonra Avrupa Merkez Bankası'nın saptadığı faiz aşağı yukarı bütün ülkelerin devletleri için borçlanma faizinin belirleyicisi olunca bütün ekonomilerin borçlanma faizleri Almanya'nın Devlet tahvili faiz oranları dolayında tekdüze hale gelmişler. Yani Euro sistemine geçmeden önce Yunanistan 10 yıllık devlet tahviliyle borçlanmada yıllık yüzde 19 dolayında, İtalya yüzde 14 dolayında, Portekiz yüzde 13 dolayında, Almanya yüzde 8 dolayında faiz öderlerken 2006 yılında hepsi kabaca yüzde 3 dolayında faiz öder hale gelmişler. Bir başka ifadeyle Euro'ya geçişten sonra bütün Euro bölgesi ekonomileri Almanya'nın itibarından yararlanıp ucuza borçlanmaya başlamışlar. Mali disiplinin kopma noktası budur. Euro sistemine geçinceye kadar pahalıya borçlandığı için kolayca borçlanamayan hükümetler, Euro sistemine geçişle birlikte ucuza borçlanmaya başlayınca mali disiplini tümüyle terketmişler ve borçlanmayı gelir sağlama aracı gibi kullanmaya başlamışlardır. Almanya'nın mali disiplinini alacak yerde onun itibarını kullanarak disiplinsiz davranmayı artırarak sürdürmeye devam etmişlerdir."
Şüphesiz Avrupa için en önemli tehlike de brüt dış borç/GSYH oranı %52.9'a yükselen (Maastricht kriterlerine göre %60'ı geçmemeli) Türkiye'nin benzer tutum takılma ihtimalidir. Buna son derece meyilli bir geçmişimiz de varken.
Euro'ya geçişle ucuz emek doğrudan yabancı yatırımı çekecekse şimdi de çekebilir çünkü zaten şu anda Türkiye'de brüt asgari ücret €280 civarında ama 10 yıllık devlet tahvili faizi ise %18-20 bandında salınıyor.
Türkiye'de para pahalı olmayı emek ucuz olmayı sürdürüyor, diyebiliriz.
**
Sonuç olarak, Maastricht Kriterleri'nin (döviz kuru istikrarı, kamu kesimi dengesi ve kamu brüt borç stoku sağladığımız kriterlerden üçü) hepsini sağlamadan Euro'ya geçmek daha önce farklı ülkelerde yaşanmış olduğu gibi mali disiplinsizlikleri artırabilir. O yüzden enflasyon ve faiz sorunlarımızı da çözmeliyiz Euro'ya geçişten söz etmeden önce...