27 Ağustos 2018

Demokrasiler işte böyle ölür

Askeri darbeler ve sair güç kullanarak iktidarlar eskisi kadar çok değişmiyor. Demokrasiler ölmeye devam ediyor fakat bu seçilmiş hükümetler eliyle oluyor.

Soğuk savaştan sonra bunun birçok örneği var: Venezuela, Gürcistan, Macaristan, Nikaragua, Peru, Filipinler, Polonya, Rusya, Sri Lanka, Türkiye ve Ukrayna.

Bugün demokrasilerde geriye gidiş oy sandığında başlıyor. Klasik bir darbede, örneğin Pinoche Şili’sinde, demokrasinin ölümü ani ve ayan beyan oluyor. Cumhurbaşkanı öldürülüyor, hapsediliyor veya sürgüne gönderiliyor. Anayasa askıya alınıyor.

Seçimli yolda anayasal kurumlar ve demokratik kurumlar kalıyor. Yurttaşlar oy veriyor. Seçilmişler demokrasinin içini yavaş yavaş boşaltıyor.

Hükümetlerin demokrasiyi ihmal etme çabaları kanunlara uyduruluyor veya mahkemelerce kabul ediliyor.

Gazeteler yayınlanmaya devam ediyor fakat ya yandaş oluyor ya da sansüre tabi oluyor. Yurttaşlar hükümeti eleştirebiliyor ama vergi veya kanuni problemler yaşayabiliyor. Halk ne olduğunu algılayamıyor. Bir çoğu demokratik yaşamın devam ettiğini sanıyor.

Çünkü rejimin çizgiyi tam olarak geçtiği -darbe, anayasanın askıya alınması gibi- tek bir olay yok. Rejimin baskısından şikayet edenler göz ardı ediliyor, bir çokları demokrasinin aşındığını gözleriyle göremiyor.


*

Amerikan demokrasisi bu tür bir geriye gidişe açık mı? Hiç şüphesiz demokrasimizin temelleri Venezuela, Türkiye veya Macaristan’dan daha sağlam. Peki onların temelleri sağlam mı?

Buna cevap verebilmek için günlük gelişmelerden uzaklaşıp diğer demokrasilerin tecrübelerinden ve tarihten dersler çıkarmak zorunlu.

Dünyanın her bir yanında seçilmiş otokratların demokratik kurumları çökertmek için uyguladıkları stratejiler çok benzer. Bu yöntemler aşikar olunca mücadele yöntemleri de belli oluyor. Başka demokrasilerde seçilmiş otokratlara karşı nasıl mücadele edildiği veya trajik bir şekilde edilemediğini öğrenmek de Amerikan demokrasisini korumak için elzem.

Biliyoruz ki bir çok demokraside hatta sağlıklı demokrasilerde dahi zaman zaman köktenci demagoglar zuhur eder. Amerika’da ortaya çıkan Henry Ford, Huey Long, Joseph McCarthy ve George Wallace gibi.

Demokrasiler için en önemli sınav bu tiplerin ortaya çıkması değil politik liderlerin ve özellikle siyasal partilerin öncelikle bunların güçlenmesini engellemesi, ana akım partilerden uzak tutması, onları desteklemeyi veya işbirliği yapmayı reddetmesi ve hatta rakip demokratik adayları desteklemesidir.

Popülist köktencileri tecrit etmek politik cesaret ister. Ne zaman korku, fırsatçılık veya yanlış hesap köktencileri ana akım partilerde iş başına getirirse demokrasi zarar görür.

Otoriter meyilli birisi iktidara gelirse demokrasi ikinci bir kritik testten geçer: Otoriter lider demokratik kurumları zayıflatacak mı yoksa onlar tarafından kontrol altına alınacak mı?

Seçilmiş otokratları dizginlemek için kurumlar yeterli olmaz. Anayasa, siyasal partiler ve organize yurttaşlar tarafından ve de demokratik gelenekler anlamında savunulmalıdır.

Yoksa seçilmiş otokratlar adli sistemi ve diğer bürokrasi kurumlarını kendi lehlerine döndürerek ve ‘silahlandırarak’, medyayı ve özel sektörü satın alarak (veya onları sessiz kalmaya zorlayarak) ve muhalefete karşı politik kuralları değiştirerek demokrasiyi yok ederler. Otoriterliğe geçişte kullanılan seçim sisteminin trajik paradoksu demokrasi suikastçilerinin emellerine ulaşmak için bizzat demokratik kurumları -yavaşça, taviz vermeden ve kanunlara uygun olarak- kullanmalarıdır.

*

Amerika Kasım 2016’da demokrasi normlarına şüpheli yaklaşan birini başkan seçerek ilk testte sınıfta kaldı.

Donald Trump’ın sürpriz zaferi sadece halkın memnuniyetsizliğinden değil Cumhuriyetçi Parti’nin radikal bir demagogu içinde barındırması ve başkan adayı olmasına izin vermesinden de kaynaklandı.

Bu tehlike ne kadar ciddi olabilir? Bir çok gözlemci Trump gibi demagoglara engel olacak anayasaya güveniyor. Bizim Madisonvari kontrol ve denge sistemimiz iki asırdan fazla çalıştı. İç savaşı, büyük depresyonu, Soğuk Savaşı ve Watergate skandalını atlatabildik. Ve Trump’ı da atlatabilmeliyiz.

Çok emin değiliz. Tarihsel olarak kontrol ve denge sistemimiz çok iyi çalıştı fakat anayasamız çok iyi yazıldığı için değil. Demokrasiler ancak yazılmayan demokratik normlar zorlarsa en iyi şekilde çalışır ve daha uzun süreli yaşar.



İki temel norm bizi bugüne kadar koruyabildi: Karşılıklı hoşgörü veya rakip partilerin bir diğerini kanuni rakibi olarak kabul etmesi ve müsamaha yani politikacıların gerektiğinde yetkilerinde kısıtlamaya gitmesi.

Bu iki norm Amerikan demokrasisini 20. yüzyılın büyük kısmında korudu, kolladı. İki partinin de liderleri bir diğerini yasal olarak tanıdı ve geçici çoğunluklarını parti  menfaatine kullanmak yoluna gitmediler. Avrupa’da 1930’larda, Güney Amerika’da 1960’larda, 1970’lerde partizan kavgaların yol açtığı felaketlerden kaçındılar.

Bugün Amerikan demokrasisinin koruyucu bariyerleri zayıflıyor. Demokratik normlarımızın aşınması 1980’lerde ve 1990’larda başladı ve 2000’lerde hızlandı. Barack Obama başkan olunca bir çok Cumhuriyetçi Demokratik rakiplerinin yasallığını sorguladı, ve her ne yolla olursa kazanmak için müsahamayı ihmal ettiler.

Trump bu gelişmeyi hızlandırdı fakat sebebi olmadı. Amerikan demokrasisinin problemleri daha derindir. Aşırı partizan kutuplaşma, ırk ve kültür sebeptir.

Irk eşitliği çabaları toplumun gittikçe büyümesi ve çeşitlenmesi sonucu kutuplaşmayı artırdı. Tarihten alacağımız bir ders varsa o da aşırı kutuplaşmanın demokrasileri öldürdüğüdür.

Dolayısıyla alarm için sebepler vardır. Amerikalılar 2016’da sadece bir demagogu seçmediler, fakat bunu demokratik normlarımızın zayıfladığı bir zamana denk getirdiler. 

Fakat diğer ülkelerin deneyimleri bize kutuplaşmanın demokrasiyi öldürdüğünü öğretiyorsa aynı zamanda parçalanmanın da kaçınılmaz veya geri döndürülemez olmadığını da öğretiyor.

Bir çok Amerikalı ülkemizin başına gelenlerden haklı olarak korkuyor. Ama demokrasimizi korumak korkmaktan ve kızmaktan çok daha fazlasını ister. Mütevazı ve alçak gönüllü olmalıyız. Başka ülkelerin deneyimlerinden faydalanmalı ve yanlış alarmı anlamalıyız. 

Başka demokrasileri yıkan kaderci yanlış adımlardan uzak durmalıyız. Geçmişteki demokratik krizler karşısında ayağa kalkan yurttaşlardan ders almalıyız, derin ayrılıkları yenmeli ve parçalanmayı önlemeliyiz.

Tarih mükerrer değildir. Ama kafiyelidir. Tarihin bize vaadi bu kafiyeyi, uyumu çok geç olmadan bulmaktır.

Steven Levitsky & Daniel Ziblatt
The Guardian
--

"How Democracies Die" adlı kitabın yazarları Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt'ın The Guardian'da 21 Ocak 2018 tarihinde yayımlanan makalesi orijinalinden Hidayet Doğan tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinal tam metni linktedir: This is how democracies die