28 Mart 2019

Biraz Brexit Süreci, Biraz da SWAP Meselesi

Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği'nden çıkma çabasını (Brexit) bizim AB'ye üye olma çabamıza benzetiyorum. Önümüzdeki Haziran'da Brexit Referandumu'nun üzerinden üç yıl geçmiş olacak. Bu süre zarfında;



  • Bir kere Başbakan değişti.
  • Bir kere erken genel seçim yapıldı.
  • Muhafazakar Parti erken genel seçimden tek başına iktidarı kaybederek çıktı.
  • Theresa May hükümeti kurabilmek adına Kuzey İrlanda'dan radikal bir parti (DUP) ile koalisyon kurdu.
  • May,  kendi taleplerinin hiçbirini içermeyen AB'nin sunduğu ayrılık anlaşmasına razı oldu.
  • Avam Kamarası'nda (parlamento alt kanadı) önce tarihi oyla reddedildi, sonra birkaç kez daha aynı anlaşmayı 'anlaşmasız ayrılma tehdidi' ile tekrar geçirmeyi denedi, bu da olmadı.
  • Son denemesinde 3 bakanı daha istifa etti. Böylece 2017 Genel Seçimleri'nden beri May hükümetinden istifa eden veya görevden alınan bakan sayısı 39'a yükseldi.
  • Brexit Referandumu'nun yasal bağlayıcılığı olmaması bir yana %51.9 gibi sınırlı bir oy oranı (1.269.501 oy farkla) sonuçlanması rızanın kalitesinin sorgulanmasına neden oldu.
  • AB Parlamentosu, Birkaç gün önce 6 milyon vatandaşın katıldığı ikinci Brexit referandumu talebini dikkate alarak 26 Mart'ta sona erecek olan AB'den ayrılma tarihini 22 Mayıs'a uzattı.
Bir taraftan May'in istifası beklenirken, diğer taraftan bu ayrılıktan en çok zarar görecek İskoçya ve Kuzey İrlanda dışında muhalefette Brexit'ten vazgeçilmesini açıkça dile getiren bir İşçi Partisi faktörü bulunmuyor. Belki de en büyük problem Corbyn'in Norveç modeli tarzı veya Gümrük Birliği'nde kalalım tarzı bir Brexit önerisinin temelsiz oluşu, diyebiliriz. Bu yaklaşımı hem kendi partisinden hem de iktidardan bolca tepki çekiyor. İşin ilginç yanı Brexit referandumuna zemin hazırlayıp referandum kararı alan bütün siyasi figürler Brexit sonucu sonrası aktif siyasetten çekildi. Örnek; David Cameron ve Nigel Farage.

Avrupa Birliği ise Birleşik Krallık'ı cümle aleme ibretlik göstererek birliğin bütünlüğünü koruma yolunu seçti ve akabinde daha birleşik bir Avrupa için hızlı bir reform sürecine girdi. Aslında kazan-kazan durumu vardı Birleşik Krallık'ın dahil olduğu bir Avrupa Birliği'nde. Neden? Çünkü Almanya sanayi, Fransa tarım ve Birleşik Krallık da hizmet alanlarında iş bölümü yaparak 500 milyonluk bir pazarı kendi içinde büyütüyorlardı. Ancak milliyetçilik dalgasına tüm Dünya gibi Avrupa da maruz kaldı. Hatta katılımın yüksek olduğu ulusal parlamento seçimlerinde parlamentoya giremeyen radikal sesler, katılımın düşük olduğu Avrupa Parlamentosu seçimlerinde parlamenter çıkararak seslerini duyurma fırsatı buldular. Her ne kadar azınlık da olsalar insanların aklını çelmek için işleri daha kolaydı. Tek yapmaları gereken AB'ye üyelik katkı payı ile kendi ülkelerinde neler yapılabileceğini ve AB tarafından o paraların nasıl çar çur edildiğinin propagandasını yapmaktı. Gayet de başarılı bir şekilde yaptılar. Ama hakikatı gizlemek fazla uzun sürmedi. Brexit örneğinde May'in yaptığı anlaşmada Birleşik Krallık'ın mahrum kalacağı faydalar ile yüzleşmek tarihin sayılı şoklarından bir tanesi oldu. İnsanlar "Brexit nasıl ülkemizin çıkarına" sorusunu sormaya başladılar. Tünelin sonunda Brexit'in tozlu raflara kaldırılarak daha sıkı bir AB için çalışmak olması içten bile değil.

*

Siyaseten değil ama ekonomi açısından Londra ile İstanbul hattı bu hafta son derece hareketli geçiyor. Olaylar iktisat eğitimi almamış veya herhangi bir finansal kurumda çalışmayan kimsenin ömründe kolay kolay karşılaşmayacağı bir kavramı öğrenmesi sonucunu doğurdu: SWAP. Mahfi Eğilmez, Uğur Gürses, Ümit Akçay, Selva Demiralp, Cumhur Örnek, Gökhan Şen, Özgür Demirtaş vb. çok sayıda ekonomist SWAP'ın ne demek olduğunu açıklayan yazılar yazmış olsalar da hala daha tam olarak ne olduğunu anlayamamış olanlarınız için bir kez de ben toparlayayım konuyu ve bu hamlenin önemini açıklamaya çalışayım.

Küresel Finans Merkezi endeksi sıralamasına göre New York'un ardından ikinci sırada bulunan Londra'da (İstanbul 59. sırada) TL ve tonla başka ülke parasıyla işlem yapılabiliyor. SWAP piyasası  ise dolar/TL yükselecek veya düşecek beklentisi olan yatırımcılar için bir platformdur. Varsayalım dolar/TL yükseleceği beklentisi taşınıyor. O zaman elinde TL olmayan Londra'da işlem yapan bir yatırımcı önce TL alıp sonra satıp dolar almalı fakat bunu spot piyasadan (yani fiziksel olarak vadesiz döviz hesabında taşıması) alması taşıması anlamına geleceği için riski taşımak istemiyorsa başkasının TL'sini ödünç alıp veya kiralayıp onu satıp dolar long kontratı alarak para kazanmayı deneyebilir. Katlanacağı bir maliyet, bir de risk var: ilki ödünç almada ödeyeceği faiz, ikincisi ise dolar/TL düşerse çifte zarar yazma riski.

Tam bu noktada bu işlemi yapan yatırımcılar nedeniyle kur yukarı yönlü spekülasyona maruz kalırken BDDK yetkisini kullanarak TL likiditesini kıstı. Her arz-talep dengesinde olduğu gibi arzı azalan talebi olan bir mal veya hizmetin fiyatı yükselir. O yüzden burada da TL ödünç alma maliyeti (ya da faizi) yükselişe geçti. Pozisyon açamayan yabancı yatırımcı dolar/TL kurunu yukarı yönlü besleyemez hale geldi. Dolayısıyla seçim haftasında iktidar TL'nin Londra SWAP faizinin yüzde 25'lerden yüzde 1400'e kadar çıkmasına göz yumdu. Böylece kur baskılandı. Ancak iktisat hem pozitif hem de sosyal bir bilim olduğu için içinde insan faktörü var ve her hamlenin bir bedeli vardır. Buradaki bedel de takas yoluyla uygun fiyata TL bulamayan yabancının elindeki tahvil/bonoları ve Borsa İstanbul'daki hisse senetlerini satarak TL yaratma yoluna gitmesi oldu. Bu yüzden faizler yüzde 20'leri aştı ve BIST 100 de yılbaşından beri yapmış olduğu tüm yükselişi geri verdi.

Peki bu 'geçici' hamle neden tercih edildi?


Nedeni basit Türkiye'de seçmen daha önceki ekonomik krizlerde olduğu gibi şu an içinde olduğumuz krizde de hava durumu tadında kabul ettiği gösterge dolar/TL kuru olmasından ötürü. Faizler de kredi yönünden halka etki eder fakat görece farkındalığı daha geç oluşur. Borsa'da ise aktif bireysel yatırımcının yarım milyon olduğunu düşünürsek ve toplam tasarrufun sadece %5'inin hisse senetlerinde değerlendirildiğini de eklersek medyada yer bulduğu kadar halkın dikkatini çekmesinden ötürü pek önemli değildir. Özetle iktidar blokunun yerel seçimlerde potansiyel oy kaybını azaltmak için dolar/TL kurunun düşme eğiliminden psikolojik olarak faydalanmak istemiş olabileceğini düşünüyorum.

Ancak 24 Haziran 2018 seçimlerinden bugüne enflasyonun %11.55 ve dolar/TL kurunun da %21.35 arttığının gözardı edilmesi bu hamleye rağmen zor gibi sanki. Yeni hafta yeni sürprizleri içinde barındırıyor. Sonuca göre 2020 yılında bir erken seçim bile olasılıklar dahilinde.